Sözün önemi ile ilgili Yunus Emre ve Mevlana metin analizleri;
Mevlana Celalledini Rumi – Sözün Önemi
‘Sen düşünceden ibaretsin/Geriye et ve kemiksin/Gül düşünür gülistan olursun/Diken düşünür dikenlik olursun.’’
Mevlana bu sözünde düşüncelerimizin duygularımızı ve kişiliğimizi etkilediğini anlatmıştır. Ağzından güzel sözler çıkan insanın gül bahçesine dönüşeceğini, kötü, olumsuz sözler çıkan insanın da diken bahçesine dönüşeceğini vurgulamıştır..
Yunus Emre – Sözün Önemi
Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Keleci: Güzel, kusursuz düzgün söz demektir. Düzgün konuşan insanın yüzü, söylediği sözler nedeni ile kararmaz. Kötü duruma düşmez. Sözü pişirmek demek ise sözü olgunlaştırmak manasındadır. Nasıl ki yemeği pişirdikçe tadı çıkar, çay demini aldıkça lezzetini verirse, sözü de pişir, demle öyle sun, diyor Yunus Emre.
Söz ola kese savaşı söz ola kestire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz
Bir söz bir savaşı kesebilir, bitirebilir, sonlandırabilirsin. Aynı şekilde kişinin yanlışlıkla söylediği bir söz onu başından edebilir. Özellikle Yunus Emre’nin yaşadığı çağı düşünürsek, bir krala, padişaha ya da mevkisi yüksek birine söylenen yanlış bir söz kişiyi idam sehpasına götürebilir.
Ve devamında diyor ki, öyle bir söz söylersin ki, zehirli yemeği bal eder, ilaç eder.
Sözlerini olgunlaştır, yaramazını ayrıştır
Tart sözünü akıl ile, söyleme mevsimsiz bir söz,
Sözlerini akıl ile tart, olgunlaştır, olumsuzlarını, zarar verenlerini ayrıştır. Yeri gelmedikçe söz söyleme.
Kişi bile söz demini, demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, sekiz cennet ede bir söz,
Kişi söylediği sözleri bilmeli, başkalarına zarar verenlerini söylememeli. Bu cihandaki cehennemi, cennetlere çevirir bir söz, diyor.
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o şah katından, seni ırak ede bir söz.
Yunus sözü üsülüne göre söyle, dikkatli söyle, çünkü yanlış edeceğin bir söz seni Hakk katından uzak tutabilir, diyor.
Mesnevi neden “dinle” diye başlar? Mesnevi’deki ب (b)’nin sırrı nedir? Hz. Ali neden “Ben ب (b)’nin altındaki noktayım.” demiştir. Tasavvuf erbapları neden bir parça hüzünü severler?
Mesnevi Farsça yazıldığı için orjinalinde, “Bişnev” diye başlar. Daha da ileriye gidersek, ب (b) ile başlar.
Kur’an’da ب (b) ile başlar, yani besmele ile. Kur’an’daki bütün sureler -biri hariç- ب (b) ile başlar. B ile başlamayan sure Tevbe suresi de, “Beratün” diye başlar, yani ب (b) ile başlar.
Peki bu ب (b)’nin önemi nedir?
Hz Ali’ye atfedilen bir sözde denir ki; “Kainatın sırrı Kur’an’dadır. Kur’an’ın sırrı Fatiha’dadır. Fatiha’nın sırrı, Besmelededir, besmelenin sırrı, b harfindedir. Ben o ب (b) harfinin altındaki noktayım.”
Neyin yakıcı sesi ayrılıklardan mı bahseder?
Mesnevi şöyle başlar; Şu neyi bir can kulağı ile dinle, ayrılıklardan yakındığını anla!..
Peki bu ayrılık nedir? Neyin ayrılığıdır? Kamışlıktan kopan ney nasıl kamışlığa, yani vatanına dönme arzusu taşıyorsa, yaratıcıdan bir damla taşıyan insan da yaratıcısına dönme isteği taşır. Bu yüzden tasavvuf erbaplar her zaman bir parça hüzünlüdür.
“Hüzün ki, en çok yakışandır aşıklara. Yandık, yakıldık ama hüzünden yana asla yakınmadık.”
Hz. Mevlâna’nın döneminde kendi ve medresesi etrafında toplanan müritler vardı. Bunlar herhangi bir tarîkat usulüne bağlı olmadan derslere ve sohbetlere dâhil oluyorlardı. Ancak bu dönemlerde Hz. Mevlâna’ya gelip intisap etmek isteyenlerin “çehâr darb” tabir edilen saç, bıyık, sakal ve kaşlarından küçük bir miktarda kıl kesiliyor ve böylece intisapları gerçekleşmiş oluyordu. Bu olayın Şems-i Tebrizî ile karşılaşmasından, 1244 yılı öncesi olduğu kaydedilmektedir (Gölpınarlı: s. 164). Ayrıca Hz. Mevlâna’nın bazı yetişmiş müritlerine şecere yazıp bazı bölgelere göndermesi, o dönemde Mevlevîlik Tarîkatının temellerinin atıldığına dâir işaretler olarak kabul edilmektedir.
Mevlevî tarihçisi Sâkıb Dede’nin (öl. 1735); “Mevlevîlik, Semâ, sefâ, vecd ve hâl gibi kendi âdâb ve erkânının yanında Nakşibendî tarîkatının esasları ve Şems’in aşk ve cezbe temelleriyle oluşturulmuştur.” tespiti ise (Sefîne: I, 134) bu tarîkatın en güzel tariflerinden biri olmuştur. Ayrıca Mevlevîlik yolunun bir tarîkat olmaktan çok aşk yolu, cezbe yolu, bir kültür hareketi ve dünyayı terk etme değil, irfana ulaştıran bir yaşam biçimi olduğu vurgulanmaktadır.
İlk hilaf Hüsameddin Çelebi
Hz. Mevlâna’nın 1273 yılındaki vefatının ardından Mesnevî’nin kâtibi Çelebi Hüsameddin onun yerine geçmeye uygun bulunmuştu. Çünkü Hz. Mevlâna vuslatının yaklaştığı dönemlerde etrafındakilerin “Sizden sonra hilafet kimin olacak, sizin yerinize kim geçecek” sorularına “Çelebi Hüsameddin halifemiz olur.” diyerek cevap vermiş ve makamın kime geçeceğini bildirmişti (Eflâkî: II, 162). Vefatına kadar Hz. Mevlâna’nın yanından ayrılmayan oğlu Sultan Veled olgun sayılacak bir yaşta (47) olmasına rağmen babasından boşalan makama geçmeyi reddetmiş ve o da Çelebi Hüsâmeddin’i uygun görmüştü (İbtidânâme: b. 2668 vd.).
Çelebi Hüsâmeddin 11 yıl süren meşihat görevi sırasında vefat etmiş (1284) ve Sultan Veled’in makama geçmesi bir zaruret olmuştu.
Mevlevilik Sultan Veled zamanında kurumsallaşmıştır
Onun makamda bulunduğu 28 (veya 21) yıl zarfında mürit ve dostlar artmış, sarayla olan ilişkiler kuvvetlenmiş; daha da önemlisi Semâ, mûsıkî ve Mesnevîhânlık usulleri belli bir düzene sokularak Mevlevîliğin kurumsallaşmasının temelleri atılmıştı. İleriki yıllarda bu temel üzerine bina edilen Mevlevîlik âdâb ve erkânı da XV. yüzyıldaki Pîr Âdil Çelebi’nin (öl. 1460) meşihati döneminde yeniden yapılanma ile birlikte günümüze kadar büyük bir değişikliğe uğramadan devam edegelecektir.
Mevlevîlik Sultan Veled döneminde (1284-1312) bir taraftan belli usullere oturtulurken, diğer taraftan da onun halife olarak gönderdiği elçiler sayesinde başta Kırşehir, Amasya ve Erzincan olmak üzere Anadolu topraklarında yayılmaya başlamıştı. Bu elçiler gittikleri yerlerde büyük bir sempati ile karşılanıyor, kurulan Mevlevî zâviyelerinde de Hz. Mevlâna’nın fikirleri, Semâ ve mûsıkî sayesinde gönüller fethediliyordu.
Sultan Veled Hakk’a yürüdüğünde (11 Kasım 1312) artık, Mevlevîlik Yolu’nun esasları büyük ölçüde belirlenmiş ve bu kurallar çerçevesinde akın akın gelen gönül dostlarına İslâm’ın güzellikleri bir başka üslupla sunulmaya başlanmıştı. Sultan Veled’den sonra meşihatta bulunan oğlu Ulu Ârif Çelebi (d. 1272) daha babasının zamanında kendini yetiştirip bu yol’da ilerlemiş; Anadolu ve İran tarafına yaptığı seyahatlerle Mevlevîliği yaymak için çaba sarf etmekteydi.
Kaynakça
Ankaravî, İsmail Rüsûhî: Risâle-i Usûl-i Tarîkat ve Bi’at, Süleymaniye Küt. Nâfiz Paşa Böl., no: 352, 1b-7b
Arpaguş, Sâfi, Mevlevîlikte Ma’nevî Eğitim, Vefa Yay., İstanbul, 2009
Asaf Hâlet Çelebi, Mevlânâ ve Mevlevîlik, Hece Yay., Ankara, 2002
Banoğlu, Niyazi Ahmed, “Atatürk ve Mevlâna”, Tarih ve Coğrafya Dünyası, Mevlâna Özel Sayısı, 15 Aralık 1959, s. 415-416
Çelebi, Esin, “Cumhuriyet Döneminde Mevlevîlik”, Yüzyıllar Boyu Mevlâna ve Mevlevîlik, Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Uluslararası Mevlânâ Vakfı Yay., İstanbul, 2008, s. 32
Gölpınarlı, Abdülbaki, “Mevlevîlik”, MEB İslâm Ansiklopedisi, VIII. c., İstanbul, 1993, ss. 164-171
Gölpınarlı, Abdülbaki: 2006, Mevlevî Âdâb ve Erkânı, İnkılâp Yay., İstanbul, 2006
Hakâyık-ı Semâ, Hacı Feyzullah Efendi, çev. Mahmûd Celâleddîn,İstanbul, 1334-1336
İbtidânâme, Sultan Veled, çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İbtidânâme, Ankara, 1976
Köstüklü, Nuri, Vatan Savunmasında Mevlevîhaneler, Çizgi Kitabevi, Konya, 2005
Küçük, Sezai, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yay., İstanbul, 2003
Lewis, Franklin, Mevlânâ Geçmiş ve Şimdi, Doğu ve Batı, Kabalcı Yay., İstanbul, 2010
Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, Abdülbaki Gölpınarlı, İnkılâp Yay., İstanbul, 1983
Mevlevî Matbah-ı Şerif Terbiyesi, Ser-tabbâh-ı Dergâh-ı Mevlânâ Mustafa Nizâmeddin, SÜ Mevlâna Araştırmaları Enstitüsü İhtisas Küt., Yazma no: 305
Mevleviyye Silsilesi, Seyyid Fâzıl Mehmed Paşa, Haz. Tahir Hafızalioğlu, İnsan Yay., İstanbul, 2010
Nablusî, Abdülganî, el-‘Ukûdü’l-lu’luiyye fî tarîki’l-sâdat’l-Mevleviyye, Şam, 1329 H.
Önder, Mehmet, “Mevlevîliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişînler”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Karatay Bel. Yay., İstanbul, 2002, ss. 131-150
Özönder, Hasan, “Mevlevî Dergâhlarında Mutfağın Önemi ve Âteş-Bâz Makâmı”, Konya’dan Dünya’ya Mevlâna ve Mevlevîlik, Karatay Bel. Yay., İstanbul, 2002, ss. 179-184
Sayar, Ahmet Güner, Osmanlıdan Cumhuriyete Portre Denemeleri, Ötüken Yay., İstanbul, 2000
Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyyân, Sâkıb Dede, I-III c., Mısır, H. 1283
Sipehsâlâr, Ferîdûn b. Ahmed, Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hüdâvendigâr, çev. Tahsin Yazıcı, Mevlâna ve Etrafındakiler, İstanbul, 1977
Şafak, Yakup, Mevlevî Gülbangleri, Konya İl Kültür ve Turizm Müd. Yay., Konya, 2010
Şimşekler, Nuri: 2004, “Mevlevîliğin Tarihi Seyri”, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî-İnsanlığın Aynası, Editör: Ahmet Efe, Konya B. Şehir Belediyesi Yay., 313 s., Konya, 2004, ss. 145-165
Şimşekler, Nuri: 2007, “The Spread of The Mawlawiyya and The Reasons for Its Spread in The Aegean Region in The XVIth Century”, Mevlâna Araştırmaları Dergisi-The Journal of Rumi Studies, Selçuk Üniversitesi Mevlâna Araştırma ve Uygulama Merkezi Yay., Yıl: 1, Sayı: 1, Mayıs 2007, ss. 143-158
Şimşekler, Nuri: 2009, “Sipehsâlâr, Ferîdun”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2009, c. XXXVII, s. 260
Düzeni alt üst olmadıkça, nasıl olurda bu topraklarda mahsul yetişir?
Birisi geldi, toprağı kazmaya başladı. Aptalın biri dayanamayıp ona kızdı. Dedi ki, ”Bu yeri neden bozup kazıyor ve darmadağın ediyorsun?”
Adam dedi ki, ”Ey gafil, yürü git işine, benimle uğraşma! Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir?
Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bu topraklarda mahsul, meyve yetişir?
Terzi kumaşı paramparça eder. Bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye, ”Bu güzelim kumaşı neden bu hale getirdin, neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım?” der mi? (1)
Baharlar sonbaharda saklıdır.
Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı donatabilir miydi?
Yaşadığın sıkıntılar seni kahretmek için değil, olgunlaştırmak içindir.
Geçen gün hamallar, bir yük için, ”Sen taşıma, ben taşıyacağım.” diye kavga ediyorlardı. Neden? Çünkü o zahmette, o yük alında ezilmede bir kar görüyorlardı, çünkü bunun için ücret alıyorlardı. Bu yüzden yükü taşımak için birbirleriyle kavga ediyorlardı.
Allah’ın vereceği ücret nerede, züğürt bir adamın vereceği ücret nerede? Allah sana ücret olarak manevi bir hazine, sevap verir. Yükünü taşıyacağın kişi ise birkaç kuruş verir. (3)
Yaşadığın sıkıntılar seni kahretmek için, seni olgunlaştırmak ve kemale erdirmek içindir. (4)
Bizim sana verdiğimiz zahmetlerden, sıkıntılardan kaçma. Nereye gidersen git, her yerde bir zahmet, bir sıkıntı, bir dert vardır. Vardır ama o dert, o zahmet seni bir dermana ulaştırır. (5)
”(Yüce Allah kuluna der ki: Sana merhamet etmede, okşamada anandan, babandan daha ileriyim. Sana onlardan daha fazla acırım. Seni belalarla, dertlerle imtihan edişim, seni sevmediğimden ötürü değildir. Senin olgunlaşman içindir.
Sana bağlar, bahçeler, cennetler hazırlarım. Dertlerine derman veririm. Sana şu sislerle, dumanlarla gökyüzünden daha güzel, yepyeni bir gökyüzü hazırlarım.” (6)
Dert insana daima yol gösterir.
Sopayla kilime, halıya vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, onun tozunu ve kirini almaktır. Senin içinde benlikten tozlar var. O tozlar, halının tozları gibi birkaç kere vurmakla geçmez. Allah sana dert ve kederi seni temizlemek için verir.
Tahtayı yontmak, onu mahvetmek için değildir; doğramacının, marangozun gönlündeki isteğe uydurmak içindir. (7)
Dert insana daima yol gösterir. (8)
Zahmet olmadan rahmet olmaz
Zahmet olmadan rahmet olmaz. Her işin kendi içinde bir zorluğu vardır, bu zorluklarla karşılaşılmadığı sürece kişi gelişemez, olgunlaşamaz. Bir gün, bir kozada küçük bir delik açıldı ve bir adam bedenini bu küçük delikten çıkarmaya çalışan kelebeği saatlerce seyretti. Sonra, kelebek sanki daha fazla ilerlemek istemiyormuş gibi durdu. Sanki, ilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artık daha fazla ilerleyemiyordu.
Ve adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü. Kelebek kolayca dışarı çıktı. Fakat bedeni kocaman ve kanatları kuru ve buruşuktu. Adam, kelebeği izlemeye devam etti. Çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyebileceğini umut ediyordu. Fakat bu olmadı!
Gerçekte, kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru, buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı. Adamın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığı bu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadelenin, kelebek için gerekli olduğuydu.
Çünkü bu, yaşam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bir yoldu, böylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.
Bazı acılar faydalıdır, önce üzer, sonra her şeyi daha iyi anlamanı sağlar.
Nerede olursak olalım insanlarla ilişki içindeyizdir; işte, okulda, evde, hatta piknikte bile? Etrafımız kalabalık bir tanıdık ordusuyla da çevrili olabilir? Ama bu her zaman ?anlaşıldığımız? anlamına gelmez.
Eminim sizin de tıpkı benim gibi kendini yeterince anlatamadığınızı hissettiğiniz anlar olmuştur. İşte o anlardan birinde Mevlana?nın aşağıdaki sözü ile karşılaşmıştım, sizlerle de paylaşmak istedim.
”Uğraşma boşuna, seni ancak gördükleri ve duydukları kadar anlayacaklar. Kimse, bir sen daha olmayacak bu dünyada. Kimse tam anlamıyla sende seni bulmayacak. Gücün yetmeyecek herhangi bir dilde kendini anlatmaya, gördükleri ancak kendi anladıkları kadar olacak.”
Şems-i Tebrizi demiş ki; ‘Senin gönlün değişirse, dünya değişir.’
Düşüncelerimiz değiştiğinde bir süre sonra davranışlarımız değişmeye başlıyor. Davranışlarımız diğer insanların davranışlarını etkiliyor, onların davranışları da başkalarının davranışlarını etkiliyor..
Bu yüzden inanıyorum ki, dünyayı değiştirmek isteyen kişi ilk önce kendini değiştirmeli, sonrası zaten gelecektir…
Frued’un Teorisi: Kadınlarda Doğuştan Gelen Yetersizlik
Frued’un öne sürdüğü doğuştan yetersizsizlik (penis kıskançlığı) kavramına inanmış veya farkında bile olmadan inandırılmış bir kadın, bilmeden bir ömür boyu bu yetersizliği aşmaya çabalayacaktır.
İki farklı çabalama türü ile karşılaşırız. Bu çabalamanın ilkinde kadında erkeksileşme görülür. Erkek gibi davranınır ve farkında bile olmadan erkeklerle yeterlilik konusunda bir yarış haline girer. Böyle bir kadın ilişki hayatında maalesef çok kötü deneyimler yaşayacak ve bir süre sonra yalnızlığa mahkum olacaktır.
İkinci çabalama da ise kadın dişiliğini kullanıp öne çıkmaya çalışacak, göğüslerini, bacaklarını ve seksi kadınsılığını sergileyip bir avantaj yaratma yarışına girecektir.
Kadın Kutsaldır
Oysa ki kadın yeni bir hayatın yaratılmasına vesile olan kutsal bir varlıktır. Sezgileri erkeklerden çok daha güçlüdür. Ve feminen (dişi) enerjisi ile erkeğin arkasındaki asıl güçtür. İslam’da ‘Cennet anaların ayakları altındadır.’ sözü dahi kadınlara verilen önemi göstermektedir.
Bu yüzden kadının tüm bu yönlendirmelerden kurtulup, kendi ‘ben’i ile buluşması ve kendi feminen enerjisini ortaya çıkarması gerekir. İşte o zaman tam anlamı ile tasavvufta nefs-i mutmain denilen tatmin olmuş bir insan haline gelecektir.
Son olarak Mevlana’nın kadınlar hakkındaki bir sözü ile bitirmek istiyorum.
‘Kadın, Hak nurudur, sevgili değil. Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil.’ Mevlana